ÖLÜ EVİ
Hepsi uslu görünüyorlardı. Tıraşlı başlarıyla, mağrur ve masum bakışlarıyla öylece duruyorlardı. Derin kırışıklıkların buruşturduğu alınla, ince ve kalın çizgilerin birbirine oluşturduğu tezat belirgin kılıyordu kişilikleri. Bazen korkunç şekilde parıldayan gözler, bazen daha da tehlikelisi bir çocuk masumiyetiyle bakan şeytani gözler…
Mahkumiyetin verdiği dayanılmaz ağırlığın altında eziliyorlardı her biri. Sevgi ve saygı sözcüklerinin bir anlam ifade etmediği, sanatın sadece kendini var etme olduğu bir ortamdı burası. Kimilerinde o güne kadar hiç duyumsamadıkları vahşilik baş gösteriyordu. Boşluk insanı gelebileceği en iğrenç ve en aşağı noktaya doğru itiyordu. Konuşmanın bir anlamı yoktu. Tek bir dil vardır bu dünyada. O da sessizlik….
Nefes aldığımız düşündüğümüz ve dönüştürmeye çalıştığımız bu ölü evinden sevgi sözcüklerinin haykırmasını dilemekten başka ne çare gelebiliyor insanın elinden? Yalnızlığın ve kimsesizliğin yeğlenebileceği yakınsamalara insan inanmaya başlıyor bir müddet sonra. Bağışlayan ve bağışlanan arasında bir farkın gözetilemeyeceği bir noktaya doğru ilerleyiş…Herkese karşı aynı minnet ve aynı nefret…
Bir yıldız kalkıyor oturduğu yerden. Doğruluyor dikiliyor karşısına bu ölü evindeki canların… Gülün diye kahkaha atıyor, ağlayın diye göz yaşı döküyor, dans edin diye şarkı söylüyor, resim yapın diye gökkuşağına boyuyor tüm gökyüzünü, denizlere açılın diye maviye çalıyor tüm akıntıları ve öylece gülümsüyor sizler yaşayın diye… Feda ediyor kendisini bir aşkın ve sevginin yaşayabilmesi için. Acının insanı nasıl güçlendirdiğini bilerek acı çekenlere mutluluğu yaşamayı salık veriyor. Mahkumlar kalkıyorlar yerlerinden, başlarını gökyüzüne kaldırıp ölüm dansını yapıyorlar. Seviyoruz diyorlar, seviyoruz ve seveceğiz… İsyan ediyor tüm mahkumlar bir ağız oluyorlar tek bir vücut… Ölü evinin yaşayan ölüleri…
Yaşadıklarını zannedenler…
Aşkı ve mutluluğu ararken acıyı ve dostluğu es geçenler…
Ağlarken gülmeyi unutanlar…
Gülerken ağlamayı unutanlar…
Bir yıldız kalkıyor yerinden… Açıyor kanatlarını dipsiz karanlığa doğru…
Bizler kelebekler gibiyiz, tek bir gün kanat çırpıyoruz, sanki sonsuza dek çırpacakmışız gibi….
Mahkumiyetin verdiği dayanılmaz ağırlığın altında eziliyorlardı her biri. Sevgi ve saygı sözcüklerinin bir anlam ifade etmediği, sanatın sadece kendini var etme olduğu bir ortamdı burası. Kimilerinde o güne kadar hiç duyumsamadıkları vahşilik baş gösteriyordu. Boşluk insanı gelebileceği en iğrenç ve en aşağı noktaya doğru itiyordu. Konuşmanın bir anlamı yoktu. Tek bir dil vardır bu dünyada. O da sessizlik….
Nefes aldığımız düşündüğümüz ve dönüştürmeye çalıştığımız bu ölü evinden sevgi sözcüklerinin haykırmasını dilemekten başka ne çare gelebiliyor insanın elinden? Yalnızlığın ve kimsesizliğin yeğlenebileceği yakınsamalara insan inanmaya başlıyor bir müddet sonra. Bağışlayan ve bağışlanan arasında bir farkın gözetilemeyeceği bir noktaya doğru ilerleyiş…Herkese karşı aynı minnet ve aynı nefret…
Bir yıldız kalkıyor oturduğu yerden. Doğruluyor dikiliyor karşısına bu ölü evindeki canların… Gülün diye kahkaha atıyor, ağlayın diye göz yaşı döküyor, dans edin diye şarkı söylüyor, resim yapın diye gökkuşağına boyuyor tüm gökyüzünü, denizlere açılın diye maviye çalıyor tüm akıntıları ve öylece gülümsüyor sizler yaşayın diye… Feda ediyor kendisini bir aşkın ve sevginin yaşayabilmesi için. Acının insanı nasıl güçlendirdiğini bilerek acı çekenlere mutluluğu yaşamayı salık veriyor. Mahkumlar kalkıyorlar yerlerinden, başlarını gökyüzüne kaldırıp ölüm dansını yapıyorlar. Seviyoruz diyorlar, seviyoruz ve seveceğiz… İsyan ediyor tüm mahkumlar bir ağız oluyorlar tek bir vücut… Ölü evinin yaşayan ölüleri…
Yaşadıklarını zannedenler…
Aşkı ve mutluluğu ararken acıyı ve dostluğu es geçenler…
Ağlarken gülmeyi unutanlar…
Gülerken ağlamayı unutanlar…
Bir yıldız kalkıyor yerinden… Açıyor kanatlarını dipsiz karanlığa doğru…
Bizler kelebekler gibiyiz, tek bir gün kanat çırpıyoruz, sanki sonsuza dek çırpacakmışız gibi….
Yorumlar
Yorum Gönder