Kapitalizmin Tahribatı ve Yeni Bir Yol Üzerine Tartışmalar
12 Ocak 2020
Pazar günkü yazısında ‘sadece’ Avustralya yangını üzerinden çağın vebası olarak
kapitalizmi işaret eden Işıl Özgentürk [1], acaba bugün dünyada ve Türkiye’de
daha sonrasında yaşananları da görmüş olarak kapitalizm mi sadece bir veba
olarak adlandırmaya devam eder miydi? Yalnızca geçtiğimiz sene küresel ısınmanın
tetiklediği doğal afetlerin sonucu olarak 4 bin 570 can ve 140 milyar dolar
kayba [2] sadece bu seneki Ocak ayını eklersek karşımıza feci bir tablo
çıkıyordu. Dünya gündemine, Corona virüsü, Avustralya’daki yangınlar, Küba ve
çevresindeki depremler, Kuzey ülkelerine hala kar yağmazken Güney’in beyaza
bürünmesi, eriyen buzulların normalin de ötesinden hızlanması, Brezilya ve Şili
başta olmak üzere Hindistan’a ve Çin’e kadar ölümlü fırtınaların/kasırgaların
vuku bulması damga vururken; Türkiye gündemine Manisa ve Elazığ depremleri,
Van’da çığ felaketi, Sabiha Gökçen Havalimanı faciası damga vuruyordu [3, 4].
Işıl Özgentürk yazısında çok haklı bir şekilde ve de tam yerinde bir soru
soruyordu: “Dünya uluslarının bu yangını söndürmeye gücü yetmiyor mu?”
Sosyalizm 19.
yüzyılda bir alternatif olarak doğmuştu. Yeni bir dünyanın mümkün olduğu
sloganıyla hareket ediyordu. Daha önce yüzlerce, binlerce defa tartışılmış,
akademik çalışmalar konu olmuş “sosyalizm neden çöktü?” konusuna girmeyeceğim.
Bundan ziyade, bugün bir alternatif sunamıyor oluşuna odaklanmak daha yerinde
olacaktır. Yukarıda dünyanın sonunu getirmek için ant içmişçesine doyumsuz bir
sistem olan kapitalizm ve onun uygulayıcılarının yol açtığı sonuçların belki de
sadece devede kulak kısmından bahsettik. Her gün, yaşamımızın her anında bu
ezici ağırlığı yaşamaya devam ederken, arada nefes alacak ve ileriye doğru
bakacak anları yakalamaya çalışıyoruz. İşte bu anları yakalama isteğini
yaratacak bir alternatif dünya görüşünü ne yazık ki tüm dünya solu olarak
sunamıyoruz. Ya kimliklerde ya da parça parça ama pek tabi ki değerli olan
çevre, kadın gibi konularda sıkıştık kaldık. Kısacası, genel bir ilerlemeyi
hedef almak yerine, sadece kapitalizmin yarattığı tahribata karşı konumlanan
mücadele alanlarından öteye geçemiyoruz. Bu açıdan kendimizden başlayarak, öz
yönetimi örgütleyecek ve hali hazırdaki toplumsal örgütlenmenin sınıfsal bir
çerçevede daha kalıcı ve demokratik biçimlerde saldırılara karşı nasıl
şekillenebileceğini öngörecek tartışmaların yapılması, öğrenilmesi ve
geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bireylerinin tek tek çıkarlarının
toplamı, nihayette toplu bir çıkara denk düşmektedir. Bu noktada somut durumlar
üzerinden ideolojik bir bütünlüğe ilerleyecektir. Bu ideolojik bütünlük ise
tekrar kendisi yeni bir somutta ama bu kez evrimsel ve devrimsel süreçlerin
birbirini ilerleme kesişmelerinde yakalayacaktır. Buradan kasıt, içinde bulunulan sistemi
evirterek daha iyi bir dünyaya yönelik atılacak her türlü bilimsel, ekonomik,
teknik adım insanlığın ve geleceğin ilerlemesine katkıs sunacaktır. Aynı
zamanda sıçrama noktalarını ve temel haklar üzerinden konumlanacak ve buna
hızla bir reaksiyon gösterecek hazırlığın hayatın tüm anında uygulanması
gerekmektedir. Üretime koyduğumuz emek
çerçevesinde ve var olma halimizle ortak olduğumuz, fakat ne yazık ki, tüketme
ve bölüşme noktasında ise paylaşımın kesinlikle ortaklıktan uzak olduğu bir
dünyadayız. Bu dünyanın makas hali, yine ne yazık ki her geçen gün artmaktadır.
Dünyanın nüfusunun yüzde 0,9’u, dünya nüfusunun yüzde 56,6’sından daha fazla
gelire sahip bir durumda. Milyoner sayısında artış yaşanırken, en zenginlerin dünya
gelirindeki payı her geçen gün artmaktadır. Gelir eşitsizliği öyle görülüyor ki
erimekte olan orta sınıf sonrası tabanda azalmakta ama dünya genelinde makas
hızla açılmaktadır. Eşitsizlik içerisinde eşitsizlikler hem yatayda, yani
yalnızca mal ve para üzerinden değil çalışanlar arasında erkek ve beyaz
olanların daha fazla gelir elde edebildiği, hem de dikeyde yani geleneksel
sınıflar arasında ilerlemektedir [5]. Bu zenginliğin dağıtımında veya bir başka
deyişle bu eşitsizliğin düzenlenmesindeki baş aktör olarak karşımıza devlet
çıkıyor. Burada devletin koyulmasının nedeni onun egemenlerin bir baskı aracı
ve küreselleşme sonrası ulusal alanlarda çok uluslu şirketlerin neo-liberal
saldırılarını iç politikaya adaptasyonunu sağlamalarından ileri gelmektedir. Kültürel
ürünlerimizin, ortak alanlarımızın, dünyanın yeraltındaki ve yer üstündeki
zenginliklerimizin son çeyrek asırda neo-liberalizm eliyle özel mülkiyete
teslimiyetine şahit olduk. Eskinin refleksi ile devletçi çözümler sunduk. Özelleştirmeye
karşı kamusal derken devleti işaret edegeldik. Peki, gerçekten alternatif
devlet mi(ydi)? Örneğin bugün dünya
liderlerinin birbirine paralel karakterlerde insanlar olarak devlet kapitalizmi
ve/veya ona benzer doğrultuda bir sistemi uygulamaya almış olmaları nereye
oturtabiliriz? Kast ettiğimiz, kapitalizmi girdiği krizden kurtarmak için her
defasında sarıldığı Keynesçi politikaların da ötesinde, devletin baskı aracı
olduğunu gösteren gerçek yüzünün ortaya çıkacağı kadar aymaz bir yönetim biçimidir.
Bir ilerleme şekli olan faşizmden bir adım geride, kapitalist Burjuva liberal
demokrasisinden ise bir adım ilerde, otokrat bir yönetim biçimi. Üretici sınıfa
saldırıların açıkça yapılabildiği, toplumun gözetim ve denetiminin gözler
önünde olabildiği, bunu saklama gereksinimi dahi duymadığı ama devletin tüm
baskı araçların en etkin bir biçime kullanıldığı utanmaz bir yönetim biçimi.
Nitekim Türkiye’den ABD’ye, Almanya’dan Rusya’ya, Çin’den Macaristan’a kadar
hep aynı karakterde insanları ve teslimiyetleri bu nedenle görüyoruz. Bu tip
yönetim biçimlerinin, kapitalizmin girdiği şu anki krizden çıkış için simit
görevi üstlendiği ve bu sistemleri en iyi şekilde yönlendirebilecek uygun
kaptanlar. Toplumsal bir ilişki biçimi
olarak sermaye veya basite indirgeyebileceğimiz bir haliyle özel mülkiyet,
üretken bir yapıda, tekelleşmenin ve bölüşüm adaletsizliğinin giderildiği bir
varlıkla sistemde yer alamaz mı? . Misal, işçiler de dâhil olmak üzere birçok
kademeden temsilcinin dönemsel seçildiği ve çalışanların hisseler üzerinden de
kardan pay alabildiği anonim şirket yapıları, özellikle internet dünyasındaki üzerine
kar koyulmaksızın değiş ve tokuşa veyahut gerçekten kullanım değeri üzerinden
değerlendirilen bilgi ve mal alışverişi özel ama kamusal bir nitelik taşımıyor
mu? Kısacası, kapitalizm hâlihazırda kendi ihtiyaçlarına çözüm ararken zaten
istemsizce toplumsal ortak alanları yaratıyor ve bizlere bu alanları
geliştirmek ve özel mülkiyetin kurumsallaştığı alanları daraltıcı faaliyetler
yapmak kalıyor. Bunun en başında ise sadece bir saldırı olduğu anda tepki
göstermekten ziyade evrim ve devrim süreçlerinin içiçe geçtiğini göz önünde
bulundurarak mücadeleyi sürekli kılmamız gerektiğidir. Buradan kasıt, devrimci,
ilerici bir yaşam tarzının hayatın her alanında, evimizden, sokağımıza,
yaşadığımız coğrafyaya, iş yerine kadar tutarlı bir biçimde savunulmasıdır. Mücadeleyi,
refleks olmaktan çıkarıp alternatifi gösterir bir şekle büründürmeliyiz. Bunu
yaparken pek tabi birçok engel karşımıza çıkacaktır da. Devletin tekelinde meşrulaştırmaya
çalıştığı şiddet bunlardan bir tanesi. Burada devletin polis, asker, eğitim ve
basın aracılığı ile uyguladığı ve bunu kendinde bir hak gördüğü şiddetin tüm
biçimlerini ifade etmek için kullanıyorum. Kapitalizmin ayrıştırıcı ve
parçalayıcılığı karşısında öteki oluşumuz ve farklılıklarla tamamlanma çabamız
ise bir başkası. Bunu ise farklılıkları kabul eden ve öteki olmayı başarmayı
hedefleyen, salt kimliklere ve işbölümüne hapsedilmeye karşı çok yönlü ve
muhakkak bir sınıfsal birliktelik üzerinden okumakta fayda var. Bu fayda, bizi
birbirimize yakınlaştıracak araçları bulmamızda kolaylaştırıcı bir etki
sağlayacağı gibi aynı zamanda ve daha da fazla bir etkiyle, birbirine güvenen
ve denetleme mekanizmalarını kendi içerisinde çalıştırabilen, daha demokratik
ve eşit bir zeminde örgütlenmeyi de getirecektir. Bir diğeri ise hukuka
yedirilmiş olan sermayenin gaspının meşrulaştığı alanlara karşı verilecek
mücadele. Bu ise işçi sağlığı ve iş güvenliği isminin, iş güvenliği ve sağlığı
şeklinde değiştirilerek hukuk içerisine gizlenen kar ve mülkiyet hırsına ve
baskısına karşı bir mücadele ile örneklenebilir. Tüm bu mücadele biçimlerini
tartışırken en önemli ve gözden kaçırılmaması gereken konu ise karşımızdaki
canavarın acımasız olduğunu unutmamamızdır. Bu kadar acımasız bir iktidarın,
kendi kurmuş olduğu sistem içerisinde demokratik yollarla değiştirilmesi mümkün
değildir. Bunu yazarken söylemek istediğim salt bir şiddete çağrı değil, hangi
mücadele biçimi olursa olsun, kapitalizmin kullandığı en büyük iki paramiliter
gücün fikri temeli olan faşizm ve dincilik ile demokratik bir düzlemde buluşma
ve tartışma imkânsızlığına karşı bir çağrıdır. Onun yok edilmesi gerekmektedir.
Bu tip fikirler ile uzlaşma isteğinin hayatımızdan çıkarılması gerekmektedir. Politik
bilinçle şekillendirilmiş sistematik bir karşı duruş ve o karşı durulan şeyin
alternatifini ortaya koyacak bilgi birikimi gerekmektedir. Bu bilgi birikimi
her zaman pek tabi yeterli olmayacaktır. Bunun tamamlanması ve hatta yeterli
veya yetersizliğinden bağımsız olarak en önemli var oluş şekli karşılığını
bulmasında yatmaktadır. Toplum içerisinde ve ötekinde karşılık bulamayan, bu
anlamda meşruluğu ve güncelliği olmayan hiçbir düşünce ilgili zaman içerisinde
somutlaşamayacak ve başarılı olamayacaktır. Somutlaştırmak gerekirse,
Müslümanların şeriat kanunları, Hristiyanların Kilise hukuku (Canon law) veya
Yahudilerin halaha sistemi esas alınarak konumlanmış fikirler sistematiğine ve
onun somut hayattaki karşılığına oluşturulabilecek bir cevap ne yazık ki demokratik
düzen içerisinde mümkün değildir. Yine ırk üzerinden insanları tanımlayan ve
kendisini türlü türlü biçimlerle özellikle son yüzyılda gösteren faşizm
uzlaşmadan uzak, vahşi, saldırgan ve yok etmeye programlı bir ideolojidir.
Bütün bu ideoloji biçimleri, kapitalist egemenler tarafından sınıf mücadelesine
karşı tampon görevi görmektedir. İhtiyaç duyuldukça sahaya sürülmektedir.
Bu nedenle, bu ideolojiler(!) ile uzlaşı fikrinden, onları anlama ve onlar gibi hareket ederek kendi mahallemize “adam devşirme” hülyasından bir an önce vazgeçilmelidir. Günlük hayatımızda vereceğimiz radikal duruş ve mücadelemiz dışında ilk başlanılması üzerinde durulması gereken nokta ise cumhuriyetçi ideoloji ile olan savaşın haklılığını, seçimin sonuçsuzluğu ve yetersizliğinin gözler önüne serilmesidir. Cumhuriyet ideolojisinde, başından belirlenmiş seçkinlerin seçimi, toplumun geneli için bir şey ifade etmemektedir.
Özellikle son yüzyılı göz önünde bulundurarak, Burjuva hukukun ilk ağabeyliğini üstelenen bu sisteme, özel mülkiyetin doğayı zapt altına alma ve değiştirme gücünü kendinde bulduğu noktadan karşı çıkılmaya devam edilmelidir. Cumhuriyet ideolojisi her ne kadar tarihsel gelişimi boyunca birçok değişim göstermiş olsa da, özü itibariyle özel mülkiyetin korunması ve eşitliğin bireylerin mülkiyet hakkı ve gücü üzerinden konumlanması üzerinde gelişmiş ve yerleşmiş bir sistemdir. Bu bağlamda mülkiyetin varlığının kurumsallaştığı noktada eşitsizliğin çıktığından bahsedebiliriz. Yani hangi Cumhuriyet biçimi olursa olsun, sosyalist, İslami, kapitalist fark etmeksizin mülkiyetin belirli bir oligarşi, zümre, sınıf, bürokrat vs. elinde, kontrolünde kutsallaştırıldığı, korunduğu ve ayrıştırıldığı bir ortamda eşitsizlik de başlamaktadır. Mülkiyet haline getirme ve bu hakkı dağıtma gücü bu açıdan eşitsizliğin başlangıç noktası olarak kabul edilebilir. Daha önce gücünü tanrısal kökenden alan krallık, derebeylik gibi yönetim biçimlerinin sahip olduğu mülkiyet hakkı Cumhuriyet içerisinde gizlenebilmeyi başarmıştır. Tarihsel süreçteki bu değişimi biliyoruz. Ufak bir hatırlatma yapmak gerekirse, Burjuva mülkiyet sahibi için güçlü idi ve bu sayede de aristokrasiyi ortadan kaldırdı. Cumhuriyet ideolojisi içerisine yerleştirmiş olduğu, bu yazının içerisinde de geçen kendi hukuk sistemini olabildiğince karmaşık ve fakat amaç itibariyle bir o kadar basit tuttu ki, mülkiyetin güvencesi bu temelde hep sağlanmış oldu. Günümüze doğru gelirken sanayi devrimi ve devamında ise işçi sınıfının aynı güçten yoksun olduğunu söylemek mümkün. Burada işçi sınıfının mülkiyet edinmesini değil, o etkide bir güce sahip olmadığını vurgulamaya çalışmaktayım. Kol gücünden hizmet sektörüne, oradan da günümüz bilgi çağına uzanan bir süreçte mülkiyetin reddi veya Cumhuriyetin/Burjuva hukukun geçersizliği üzerinden bir siyaset üretme zorunluluğu var. Bunu yaparken günümüzün emek gücünü iyi tanımlamak ve çağın gereklerini yakalamak yeni nesillere ve geleceğin fikirlerine, sentezlere ve dinamik bir ilerleyişe götürecektir.
Bu noktada her
hanenin ve kişinin artık bir üretici olabileceği ve geleneksel kapitalizmin
mülkiyet kavramının üretici (sanayi Burjuvası) üzerinden konumlanarak
sarsıldığı yeni bir sınıf anlayışının veya tanımlamasının da doğması gereklidir
diye düşünüyorum. Bir örnek vermek gerekirse, Linux üzerinden her cihazı
kendisine göre programlamayı ve kendi kendine imalat yapmayı olanaklı kılan
yazılımlar günümüzün modern makine kırıcıları olarak adlandırılamazlar mı?
Devlete ve
egemenlere itaat kültürünün en küçük ölçekten, en büyüğe kadar
imkânsızlaştırıldığı bir ortamda, yani kendiliğinden gücün ve cesaretin
yeşerdiği bir toplumda uzlaşma imkânının kalmadığı noktada bu yalancı hukuk sistemi
de üstündeki perdeyi yırtmaya başlayacak ve kendi yüzünü gösterecektir. O vakte
kadar yeni ve alternatif bir mücadele biçimini evrim basamağı olarak ele alıp
“devrimci durum”a hazırlanmak ortada bir seçenek olarak pekala alınabilir. Fakat
bir gerçek var ki, dogmatik bir biçimde zaten kapitalizm yıkılacak ve akabinde
zaten sosyalizm gelecek diye beklemek boşa bir inanıştır. Politik eylemlerin ve
ilerleyişin olmadığı noktada kapitalizm yıkılmayacak aksine kendisini
yenileyerek tekrar farklı bir yüzle ama daha baskıcı ve daha eşitsiz bir
biçimde varlığını devam ettirecektir. Bugün açıktan yaşanamayan faşizmin, başka
bir deyişle 3. Paylaşım Savaşı’nın gizli varlığının,, bölgesel ve küresel
otokratik yönetim biçimlerinin yaygınlaşmasının arka planında yatan politik
ekonominin içerisinde değerlendirilmesi gereken konulardan birisi olarak
düşünüyorum tüm bunları. Yeni sermaye biçimine karşı alternatif ve değiş-tokuş,
ücretsiz ve/veya gerçek kullanım değerini temel alan bilgi teknolojilerinin
sınıf mücadelesindeki ve yeni mücadele biçimlerindeki yerinin çok önemli olduğu
kanaatindeyim.
Aydın
Özgün
1. Işıl
Özgentürk, Çağın Vebası Kapitalizm,
Cumhuriyet, 12 Ocak 2020, http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1713846/cagin-vebasi-kapitalizm.html
3. Global
Hazards Weekly Bulletin: 25 – 31 Ocak 2020, http://www.met.reading.ac.uk/~sgs02rpa/extreme.html
5. Research
Institute, Global wealth report 2019
EKLER:
1.
Yuval Noah Harari: the world after
coronavirus / Yuval Noah Harari yazdı: Koronavirüsten sonra dünya
2.
Slavoj Žižek: "Kapitalizm karşıtları
olarak eylemden çok düşünceye ihtiyacımız var." https://www.youtube.com/watch?v=CzYtArKU-nQ
3.
Ersin Senel: “Korona Virüs Günlükleri:
Kapitalizm Kurtarılmaya Değer mi?” https://medium.com/t%C3%BCrkiye/korona-virus-gunlukleri-kapitalizm-kurtarilmaya-degermi-9059003e1a3e
Yorumlar
Yorum Gönder