Yaz Dedin Yazdım
Yaz
bana dedin, bugüne kadar ikimizin de en iyi anladığı kelimeler ve bizi en iyi
anlayan kâğıda dökeyim dedim, hak verdim. Lakin farkına vardım ki karşımda
cansız ve beni, bizi her gün ele geçiren 0’ların ve 1’lerin toplamı duruyor.
Beyaz bir kâğıt yerineyse ondan daha beyaz, ama gözleri yakan keskinlikte
acımasız ve duygusuz ve kokusuz Word...
Ne
zaman başladı bilmiyorum. Çok uzakmış gibi bulanıklaşıyor, çok yakınmış gibi
hatırlamıyorum. Anımsayamıyorum ne zaman bu cesarete vardığımı. Anımsayamıyorum
bu aptal ve korkak düşünceye ne zaman geldiğimi. Temiz ve saf kalmayı
zorladıkça, ne kadar da çabuk kirlenebiliyormuş insan. Gecenin özgürlüğü kadar
hafif, ama dipsiz; gündüzün baskıcılığı kadar ağır ama sınırlı… Belki de tam
tersi… Sonsuz bir karanlığa ya da ışığa karışma arzusu, bir insanın aklına
düşmeye görsün! Bağlayan bütün dokularının neşterle kesilip atıldığı günlerde
tek tek koparsın her şeyden. Yalnızlığın dayatıldığını hissettikçe, ses
çıkaramadıkça, içine dahi ağlamayı başaramadıkça gömülmeyi daha çok istersin.
Sen, sen değilsindir ki zaten. Ne anlamı vardır artık kendini bile
özgürleştiremedikçe var olmanın? Üretmedikçe var olabileceğine inanmanın?
Şizofreni
biraz herkestir. Herkes biraz da şizofren... Sadece o diğer insandır, bir diğeri
ise boğulur ondan. Gece gelince birisi sokaklara bırakır kendisini,
alabildiğince yıldızdır artık. Bir diğeri ise gündüz olunca çıkar sokaklara.
Fakat sokaklar yüzlerini sabaha döndürünce, umduklarını bulamadıklarında
ayrılırlar bedenler birbirinden. Gerçekten yalnızsındır. Yalnız olduğunu
kimseye söyleyemeyecek kadar yalnız… Diğerleri nefret ve öfke kardeşleri
büyütürken içerlerinde, usul usul akmasını isterler yalnızlığın bütün
insanlığın damarlarında. Sen ise dudaklarından yeni bir dünyaya açacak çiçekleri
taşıyan tohumları dökersin, seni bir kez olsun duysunlar diye, anlasınlar diye…
“Seni
sevdim, seni birdenbire değil usul usul sevdim
Uyandım bir sabah
gibi değil, öyle değil
Nasıl
yürür özsu dal uçlarına
Ve
günışığı sislerden düşsel ovalara” *
Kavafis’in**
dediğini yapamazken ve rezil ederken hayatını, seçim olduğunu sandığın yolların
ve başarıların çöplüğünde bulursun kendini. O gündelik budalalıklarda,
ilişkilerini ve alışverişlerini sürüklersin, yılmaz ve bitmez yuvarlanışlarında,
teşhir ederek… Devrimci bir hayatın ilmiklerini atmaya çalışırken, kördüğüm
haldeki bir yumakta boğulmayı umut eden, mağlup olmayı başı dik bir şekilde
savunan bir aşiretin mensubu oluverirsin bir anda. Sarıyı üçgenin devinimine,
maviyi kürenin durağanlığına benzetirken, sesler renk olup gözlerinde yankılanırlar.
Ne onu görebilirler, ne seni bulurlar, ne kendilerini anlayabilirler. Bir kadınla bir erkeğin buluşabileceği en iyi yer olan kapı eşiğine döner bakarlar bakmasına da, uğursuzluktur seslenmez bile bir göz bir diğerine.
“ağaç
anlatabilir kendini yağmura,
hiç
değilse fısıldayabilir-bunu biliyorum.”***
Dinlerin
günah saydığı, kişinin kendine yol ve erdem olarak aldığı her şeyi yıkılırsa…
Vicdanı yaralayacak her davranışa, bilinç yalvarırken yapma diye engel
olunmazsa... Devrime, değişmeye, daha iyiye, daha kötüye, yarınlara, umutlara, oyun
oynamaya, dostlarla buluşmaya, dosta, aileye, yakındaki yâre, uzaktaki
kavuşulamayana, yaşayacak çocuklara, doğacak bebeklere, hiçbir şeye inancınız
kalmadığında; verilen onca mücadeleye ve değişime, akıtılan gözyaşına, atılan
kahkahalara rağmen insan, elinde sevgisini tutamıyorsa, kalbini avuçlarına
alamıyorsa ne yapılır, ne denir buna?
Yaz
dedin bana. Misal neyi yazayım? Üstelik her şeye rağmen önce dostlarım derken
ben dostluğun ve bir merhabanın dünyanın talebi en yüksek ama arzı en az bir
cevher konumuna gelişini mi yazayım? Birini fiziki olarak kaybedip karışık
duygularla onu yolcu etmeyi bile becermeyişimizi mi yazayım? Bazen de geri
alınmaz cümlelerin, artık geri alınması imkânsız cansız beden karşısında vicdanı
paramparça etmesini mi? Gözyaşı akıtmayı unutup bütün hücrelerimin kangren
oluşunu mu? Çocuklar benim coğrafyamda havan topları ile bodrumlarda
öldürülürken, yoldaş dediklerimiz boyunlarından asılı araç arkalarında
çekilirken susuşumuzu mu? Hatta dahası artık “üzülemiyorum” değil bak
“üzülmüyorum” deyişimi mi? Kimsenin kimseyi önemsemediği gerçeğinin termodinamiğin
yeni bir yasası haline gelişini mi? Hayatını hep insanlara, insanlığa adamış ve
bu uğurda bedel ödemiş öfkenin ve sevginin insanda tekleşebildiği birisini
kaybetmek üzere oluşunu mu? Veyahut sevdiğinin artık başka bir bedende ve başka
bir bedenle oluşunun seyrini mi? Bitmeyen çalışmaları mı, ciğerleri sökülen
topraklarının kanayan kesik damarlarını mı? Her an hissettiğin seni çevreleyen
nefreti mi?
Gözlerimizden
gülemeyişimizi mi?
Ağlayamayışımızı
mı?
Kendimize
olan güvensizliğimizi mi?
Ölüme
karar vermek düşüncesinin kemirdiği beyinlerin sanrılarını mı? Ölmeyi ve
öldürmeyi seçebilen tavşan yürekli titrek insanları mı?
Biliyorum
geçecek elbet. Yaz dedin sen, yazdım.
*Sevdim
Seni, Gülten Akın
**
Elden Geldiğince, Konstantinos Kavafis
***
Birhan Keskin, Kapı Eşiği
Yorumlar
Yorum Gönder