Gelecekten Geçmişe Geçmişten Bir Gün
Saçını
tarıyordu. Hep zaten böyle düzenli biriydi. Çok dikkatli ve titiz davranırdı.
İşini de böyle yapardı. Bütün notları aynı hizada dizilmiş, düzenli, tertipli,
sıralı ve temiz bir haldeydi. Pek konuşmaz, konuşunca da tane tane, sakince,
uzunca düşünerek konuşurdu. Kierkegaard'ın Korku ve Titremesi'nin
senaryolaştırıldığı yegâne teokratik ülkeyi, varoluşu çekinmeden dert eden,
bunu felsefi okumalar üzerinden yapan çalışmaları İslam ve sosyalizm ile
harmanlayan, ama ne yazık ki dört kapının ilkinde bir yönetim biçimi kılıp
hakikati aramayı bırakan, kökleri çok eski bir ülkeden geliyordu. Yeni köklerini salıp salmayacağını bilmediği
bu topraklarda, geçmiş ile geleceğin birleşip birleşmeyeceği sorunsalında bir
sarkaçtı kafası. Mutlu olmanın emek ve üretimden geçtiğini anlatamadığı
diyarlardan, anlatırken yabancı kaldığı diyarlarda hiç susmayan bir Akdenizli
ile aynı odayı paylaşıyordu.
Akdenizli,
her yıl gezginler tarafından ziyaret edilmekten çıkmış, turistler tarafından
istila edilip tüketilmesine evrildiği aşkın ve romantizmin şehrinden geliyordu.
Dünyanın düz olduğuna bugün hala inananların olduğu bir dönemde olduğumuzu
düşünürsek, Akdenizli’nin geldiği yer, bu gericiliğe on yedinci yüzyılda karşı
durulan yerdi. Aynı yer, aynı zamanda dünya tarihinin en eski kütüphanelerinden
birinin barındığı (yetmiş beş binin üzerinde el yazması), seksen dört kilometre
gizli belgenin bulunduğu, dünyanın en güçlü bankasına sahip ülkenin bir
şehriydi. Dünya aydınlanmasının çıktığı topraklardan Kuzey’e, felsefi ve
politik olarak aydınlanmış, fakat coğrafi olarak karanlıktaki bu diyarlara
gelmişti. Çalışkandı, çok konuşuyordu. İletişime ve aşka inanıyordu. Emek sarf
etmeksizin hiçbir şeyin üretilemeyeceğini de… En iyi arkadaşı ise, üniversite
arkadaşı olan bir İyonyalıydı.
Bu
İyonyalı veya İyon (Türkçemizin bu isimleri vermesi biraz garip olabiliyor),
türkülerin ortak olduğu, dinlerin ortak olduğu, Batı-Doğu geçişi sırasındaki en
büyük şehirlerden birinden geliyordu. Demokrasinin ilk kez vuku bulduğu, felsefenin
tesellisinin ve sefaletinin sentezlendiği, tanrıların diyarında doğmuştu. İnsanı
uçurumun kenarına varmadan kanatlanamayan aynı anda zayıf ve aynı anda kudretli
bir canlı olarak tanımlayanların, önceki gün gözlerimin önünden gecen tek şiir,
iki çocuğun güzelliğiydi diyenlerin, darbelerin, anarşist kardeşlerin olduğu denizin
öteki kıyısından geliyordu. Geri dönmenin imkânsızlığı, uzakta yaşamanın
çaresiz kabulü arasında gelgitlerde yaşıyordu. Mesafe olarak kendisine daha
yakın olan geldiği bu enlemlerdense, çok uzaklardan gelen aynı enlemdeki Pançatantra
masallarından birisiydi.
Pançatantra
masalı karakteri çok ilginçti. Bir komünistti. Komünist olmanın, kendi
kültürünü oluşturan ögelerin, tarihsel süreçte insanının nasıl toplumlaşarak
insan olduğunu reddetmediğini bilecek bir aydınlanmadan geçmişti. Yaşadığı Batı’da
ve Kuzey’de bulunmanın arka planındaki ikiyüzlülüğü görecek bir zekâya, ne
olursa olsun emeğinin karşılığını aldığı bu diyara yanlış yapmayacak bir
samimiyete, kendisini geriye taşıyacak bilgiyi kavrayacak kapasiteye sahip bir
guruydu. “Derininden derininden seslenir bilincin, Yalnız seni der – yalnız
seni – yalnız seni” dizelerinin aşka ve sinemaya, hayatın tüm parodisine etki
ettiği, zamanı gelince olacak, zamanı gelince gidecek diyerek doğaya ve zaman
saygının duyulduğu diyarlardan geliyordu.
Aşka
ve sevgiye inanan, ülkelerinden ve tarihlerinden, yeni dünyanın hortumlarınca
çekilmiş, mutluluğu taşıyan güzel insanların, her zaman ve her yerde bir araya
gelebileceklerini gösterdiği zamanlardı. Mimarinin kullanılarak merkezi iktidar
ve gözetlemenin varlığını yaşadığı fanusta gözlemleyebilen, dairesel yapının
tam ortasında gözetleyen (nam-i diğer iktidar), dairenin çeperlerinde ise ayrı ayrı
kompartımanlara ayrılmış olarak gözetlenenler halinde yaşadıklarını ve
gözetlenenlerin zamanda ve mekânda bir arada durarak kırılmalar yaratması
gerektiğine inanan birbirleriyle ve de merkezle diyalog kurmaya çalışan zavallı
objelerdi.
Yorumlar
Yorum Gönder