İçgüdüsel yaklaşıma karşı şiddetin kökenine dair bir deneme

“Yüksek güçte patlayıcılar insanlığa çok önemli işler başarma olanağı vermiştir. Ama aynı zamanda bunlar, halkları savaşa sürükleyen caniler elinde korkunç bir yok etme aracıdır.”* Şiddet veya yeğinlik, temel dürtü ve varoluş gereği savunma veya karşı savunma harici daha çok insanlarda ve topluluk halinde yaşayan hayvanlarda grup içi otorite sağlamak için diğerinin varlığını tehdit unsuru görmek ve onu bu konuda denemek daha doğrusu sindirmek için karşı tarafa uygulanılan zarar vermeye yönelik psikolojik davranış türüdür. [1] Şiddeti, salt bir dürtü veya toplumların sınıfsal tabaklarının arasındaki çelişkilerden doğan bir davranış türü olarak açıklamak ne derece doğrudur bu tartışılmalıdır. İnsan ve şiddet, tarihsel süreç boyunca geçirdiği değişim ve dönüşümler, toplumsal etmenler, doğa koşulları ve din, seks v.b. bir çok konu ele alınarak ilişkilendirilmeli ve bu inceleme tarihsel materyalizm ve determinizm geri bırakılarak yapılmamalıdır. Bu makaleyi yazarken rastladığım bir kadim doğu hikâyesini paylaşmanın tam sırası sanırım: “Zamanın birinde deli bir katil yaşarmış. Kimse neden gözleri kanlanıp delirdiğini, neden ırmak gibi kan döktüğünü bilmezmiş. Zaten katilliğinden öncesini kimse tanımaz, anımsamazmış. Bin kişiyi öldüreceğine dair yemin etmiş bu deli katil. Her öldürdüğü kişinin bir parmağını keserek bir kolye yapacak ve boynuna takacakmış. Bu yemininden ötürü ona “parmak kolyeli katil” demişler. Tam dokuz yüz doksan dokuz kişiyi öldürmüş. Ama sonuncuyu bulmakta güçlük çekmeye başlamış. Herkes ondan kaçmakta, gittiği kasabalar kasırga haberi almış gibi boşalmaktaymış. Bir gün, o bölgeye bir ermiş gelmiş. Yolu, deli katilin yaşadığı ormandan geçiyormuş. Ormana girmek üzereyken halk kendisini uyarmış. Deli katilin, gözünü kırpmadan onu öldüreceğini söylemiş. Ermiş duraklamış, ama “o katilin de bana ihtiyacı olabilir” diyerek yoluna devam etmiş. Ermiş, katilin mağarasına yaklaştıkça; gizlice onu gözlemekte olan katil, ermişin cesaretinden ve çocuksu yüzünden etkilenmiş. Taşlaşmış yüreğinde -nedense- bir yumuşama hissederek, ermişi öldürmenin gerekli olmadığını, nasılsa bir başkasını bulabileceğini düşünmeye başlamış. Yine de uzaktan seslenmiş ona: - Dur! Beni tanımadın galiba. Ben “parmak kolyeli katil”im. Bak bunlar da dokuz yüz doksan dokuz adet parmak. Sonuncuyu kolyeme eklemek için anamı bile öldürebilirim. Yaklaşma, geri dön!.. Yeminimi yerine getirmek için bir kişiyi daha öldürmem gerekli. Dindar falan da değilim ha, haberin olsun! İster evliya ol, ister aziz; fark etmez! Bir adım daha atarsan seni öldürürüm! Ermiş adımlarını sıklaştırınca, deli katil onun sağır ya da deli olabileceğini düşünmüş. Kendisine iyice yaklaştığında ise "dur!" diye yinelemiş. "Kıpırdama!" - Ben duralı epey oluyor, diye söze başlamış ermiş. "Hareket eden ben değilim, sensin." Deli katil büsbütün şaşırmış. - İn misin, cin misin? Neyin nesisin? Zırdeli olmalısın! - Son bir parmağa gereksinmen olduğunu öğrendim, karsındaki bu beden hiçbir ise yaramaz, gereksizdir. Onu emrine sunuyorum. Yeminini yerine getir. Lütfen hem parmağımı, hem de kellemi kes. Ben buraya bile isteye geldim. İşe yarar bir biçimde ölmek için... - Kendimi civardaki en deli adam sanırdım. Bana numara yapma. Anladığım kadarıyla sen delisin. Ama seni her an öldürebilirim, Şakam yok. - Tamam, anlaştık. Ölmek üzere olan bir insanin son arzusunu yerine getirmek gerekir, öyle değil mi? Senden tek bir ricam var. Su ağaçtan bir dal kopart benim için. Deli katil derhal kılıcını uzatıp uzun bir dal kesmiş. - Sağ ol. Simdi de lütfen kestiğin dalı ağaca yeniden yapıştır. - İşte simdi iyice delirdin sen. İstediğin dalı keserim, ama nasıl yapıştırayım? - Öyle mi? Yalnızca tahrip edebiliyorsun demek. Bu dalı küçük bir çocuk bile aklı ermeden kesebilirdi. Bunun neresi yüreklilik? Hiç düşündün mü? Onaramayacağın bir şeyi nasıl kırarsın? Yaratamayacağını bile bile nasıl yıkabilirsin? Ya o boynundaki kolye, ya o insan kelleleri? Onları nasıl eski yerlerine koyacaksın? Usulca gözlerini yummuş deli.” Doğamızın bir parçası olduğu savından hareketle bu eski öyküyü aktarma isteği duydum. Doğadaki tüm canlılar beraber yaşamanın bir gereği olarak yaşam döngüsünü korumak ve muhafaza etmek zorundadırlar. Yani, aldıkları kadar doğaya vermek zorundadırlar. Çünkü eğer denge bozulursa, dolaylı veya doğrudan her canlı bundan olumsuz yönde etkilenecektir. Şiddet sonucu oluşan yıkımın telafisi mümkün olmadığına göre, içgüdüsel yaklaşım dışında başka yaklaşımlar aramamız çok daha iyi olacaktır. Bu nedenle şiddete iki şekilde yaklaşmaya çalışalım. Birinci yaklaşım evrimsel yaklaşım olsun. İkincisi ise politik yaklaşım. Birinci yaklaşımda bir geyiği örnekleyelim. Hepimiz hayatımızın bir bölümünde geyiklerin yaşantıları üzerine belgesel izlemişizdir. Daha şanslı olanlarımız (spor amaçlı! geyik öldürenler hariç ) böyle bir geziye ya da yaşama tanıklık etmişlerdir. Geyiğin iki şekilde şiddetle ilişki kurduğunu çok rahatlıkla görebiliriz. Bunları da iki kategoriye ayırmak mümkün gözüküyor. 1. Şiddeti bir savunma aracı olarak kullanmak. Örneğin bir geyiğe doğru gelmekte olan çita, leopar gibi bir avcı hayvanı (tüketici) düşünelim. Geyik, yaşamının gereği olarak kendini savunmak adına ya bu sonu ölümle sonuçlanacak şiddetten kaçacak ya da elindeki kısıtlı imkanlarla (çifte atmak veya erkekse boynuzlarıyla karşı koymak gibi ) karşı koyacaktır. Av (tüketim malzemesi) olan geyik, her iki durumda da şiddete maruz kalırken, kendini savunurken “şiddete” başvuracaktır. Karnını doyurmak ve yaşamını sürdürmek zorunda olan avcı ise, her türlü durumda “katil” olacaktır. Aynı şekilde geyik ise, hayatını sürdürmek adına ot gibi birçok bitki türünü yok edecektir. Evrim bize, bazı bitkilerin bu “saldırıya” karşı refleksler geliştirdiğini (dikenli, zehirli bitkiler) göstermektedir. O halde evrimsel açıdan diyebiliriz ki, içinde bulunduğumuz doğa koşulları bizleri yaşamımızı sürdürmeye ve bu bağlamda yeri geldiğinde savunmamıza olanak taşıyacak şekilde geliştirmiştir. 2. İkinci bakış açımız olarak politik yaklaşımlar çıkarabiliriz. Bu yaklaşımda, bir grup hayvanın, kendine yeter bir ortamda iken bulundukları ortama başka hayvanların gelmesi ve bu “konfora” alışmış hayvanların, ellerindeki bu ayrıcalığı bırakmamak adına savunma aracı olarak şiddeti kullanmalarını örnek verebiliriz. Örneğin, bir geyik grubunun olduğu bir otlağa, antilop sürüsünün gelmesi daha fazla tüketim yapabilecek ve daha fazla rahatlıkta yaşayabilecek geyik sürüsünü tedirgin edecek ve geyiklerin savunma aracı olarak “şiddete” başvurmalarına neden olacaktır. Her iki yaklaşım için de konuşursak söz konusu şiddete başvurmaların, doğamızın bir parçası ve içgüdüsel bir olgu olduğunu söylememiz mümkündür. Bu yaklaşımlara, erkek hayvanların dişileri etkileme biçemi olarak birbirleri ile giriştikleri Şiddet gösterisini de eklemek mümkün olacaktır. Dolayısıyla bir üçüncü etki olarak cinselliği/seksi ele almakta yarar vardır. Bizim burada daha çok üzerinde duracağımız konuysa, içgüdü olarak ele almayacağımız ve günlük hayatta şiddet olarak karşımıza çıkan devletin, din gruplarının, ekonomik sınıfların uyguladığı “bilinçli” şiddettir. Bu bilinçli şiddeti ise ikinci kategoride irdelediğimiz çıkarı korumak; yani özel mülkiyeti savunmak için uygulanan bir araç olarak görmekteyiz. Özel mülkiyet kavramının temelinde yatan, sahiplenme ve bencillik duygusu ile ortaya çıkan yalnızlaşma ve yabancılaşma sendromunun bir patolojik sonucu olarak şiddetin ortaya çıktığını görebiliriz. Bu konuda en çok göze batan konuyu özellikle ülkemizde kadına uygulanan şiddeti örnek olarak verebiliriz. Bu konuda Marx’tan bir alıntı yapmak gerekirse: “Topluluk şehvetinin ganimeti ve hizmetçisi olarak kadına yaklaşımda, insanın kendi için varoluşundaki sonsuz alçalma dile gelir; çünkü bu yaklaşımın gizi belirsiz olmayan, kesin, düpedüz ve apaçık bir şekilde erkekle kadının ilişkisini ve dolaysız ve doğal çoğalma ilişkisinin ele alınış tarzını göstermektedir. …erkekle kadının ilişkisi, insanla insanın en doğal ilişkisidir. …Özel mülkiyet, gerçekliğin önüne geçerek, onun yerine var olmaktadır.” Bu alıntıda göze çarpan ve çıkarım yapabileceğimiz sonuç şudur, o da erkek –kadın ilişkisinin iki insanın en doğal ve yalın ilişkisi olduğu; fakat özel mülkiyet olarak kadının ve özel mülkiyet sahibi olarak erkeğin toplumsal bir role soyunması erkeğin yani sahibin!, özel mülkiyeti koruma duygusunu beraberinde kıskançlıkla getirmektedir.[2] Burada söz konusu olan tahakkümdür. Birinin, birisi üzerinde olması gereken “eşit ilişkiyi” toplumsal statüsünü korumak adına bozarak, bir araç olarak şiddet kullanmasıdır. Töre cinayetlerinde tam olarak gözümüze çarpan bu gerçeklik, kadının günahkâr ve zayıf görülerek, o konumda tutulması için de baskılanması ile ortaya çıkmaktadır. Bu kıskançlığın arkasında yatan neden ise, kıskançlığı bir güç maskesi olarak kullanan açgözlülüktür. Erkek, iktidar olarak daha fazla kadın ve yönetim gücü adına “özel mülkü” olan kadın sayısını arttırmak ve/veya olanı korumak adına dışarıya şiddet göstermekte, bunun ilk adımı olarak da “elindeki” tebaayı (özel mülkiyet olan tebaayı, kadını) baskılamaktadır. Bu aynı zamanda, feodal sistemin, sözde yok edildiği söylenen kırıntılarının kapitalist sistem denilen modern sistem içerisinde nasıl da tutulduğunu ve şekil değiştirerek bu sisteme nasıl da entegre olduğunu gözler önüne sermektedir. [3] Kadının özel mülk oluşunu ve içerdiği şiddeti daha iyi anlamak için ilk toplum yapısındaki komünal hayattan “devlet” inşa edilirken köle haline getirilişine değinmemiz gerekecektir. Anaerkil düzende kadın ve erkek arasındaki işbölümü veya klan yapısında eşitlik söz konusu iken, toplumsal ahlak kuralları tamamen klanın bütününün çıkarlarına hizmet etmektedir. Örneğin biriktirmek, sadece kendine saklamak yasaktır. Bunda özel olarak “annelik” duygusunun ya da başka bir deyişle doğurganlığın getirdiği paylaşma güdüsünün etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Bu düzenin komünal ve kadın renginde bir düzen olduğunu düşünebiliriz. Ama avcı kültürün rekabetçi yapısı ve kan kültürü zamanla işlerin değişmesine ve bir başka düzenin oluşturulmasına sebebiyet vermiştir. Dolayısıyla, devlet denilen toplumun en üst örgütlenmiş yapısı “erkek” eliyle, üstelik sınıfsal/ekonomik anlamda daha üst bir noktada olan erkek eliyle oluşturulmuştur. Bu noktadan itibaren önce kadının baskılanması, ardından toplum içerisinde oluşmuş özel mülkiyeti olmayanların baskılanması devlet şiddeti (erkek şiddeti) ile gerçekleştirilmiştir. Diyebiliriz ki, söz konusu şiddet aracı devletin hegemonyasını, sınıfsal çıkarları, toplumun “ötekileştirilmiş” katmanlarının (farklı gruplar, farklı kimlikler, eşcinseller v.b.) ve erkek egemenliğinin pekiştirilmesi yönünde her zaman kullanılan ve “ meşru” olan, savunma ve içgüdüsel şiddet olgusundan ayrı bir düşünsel kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu konuda incelenmesi gereken bir diğer zaman dilimi de neolitik çağ olsa gerek. Neolitik dönem insanı için Marcel Mauss’un dediği gibi “Ekonomik insan, tıpkı ahlaklı insan gibi aramızda değil önümüzdedir.” Avcı ve toplayıcılar maddiyatçı dürtülerine gem vurmuş değildir, yalnızca bu dürtüleri hiçbir zaman bir kurum haline getirmemişlerdir. Aynı çağda, mülk edinme duygularının olmadığı veya başka bir deyişle kurumsallaşmadığı bu çağda, kadınların ve erkeklerin dönüşümlü olarak ava ve toplamaya çıktıkları, yettiği kadar besin bulunması sonrasında günün büyük bir bölümünü sohbete, dinlemeye ve bireysel becerileri geliştirmeye harcadıkları görülmektedir [4]. Gün içerisinde daha fazla “boş” vakte sahip olan kadın ve erkek sanılanın aksine bireysel becerilerini de arttırma fırsatı bulmaktaydılar [Marshall Sahlins]. Çocuğun bakımı ortaklaşa yapılmaktaydı. Daha sonra dinlerin ve burjuva kültürün doğuşuyla (özel mülkiyet) genelleşmiş bir yükümlülük fikri doğmuştur. Özellikle Anglo-Sakson ve Fransızlar arasında cevap bulan bu fikir, kadınlara “mal muamelesi” yapmaktan, onları mal/eşya ile karşılaştırmaktan kurtarıyordu [5]. Onun yerine genel yükümlükler ve sorumluklar yüklüyordu. Bu durumda da karşımıza yüce bir kurum olan “evlilik” çıkmaktaydı. Evlilikte söz konusu olan ticari işlemlerin toplumsal ilişkilere uygulanması değildi, bu ikisi aslında asla tam olarak birbirinden ayrılmamıştı. Bu birleşmeyi sağlamak için özelde ekonomiyi üstlenen ve genelde akrabalık ilişkisini tanımlayan bir kavram ortaya çıkmaktaydı: Baba. Ulus–devlet içerisinde yer alan toplumlara bugün bizler modern toplum adını vermekteyiz. Bu tip devletlerden ayrı olarak düşünebileceğimiz diğer bir toplum yapısı da geleneksel devletlerde bulunmaktadır. Geleneksel devletlerde, dış ilişkilerde ulus-devlet ile eşit ve paralel bir yapı bulunuyor olsa da, iç işlerinde “şiddetin” düzeni sağlamak adına var olduğunu açıkça görebilmekteyiz. Tek adam diktatörlükleri, tek parti iktidarları, kraliyet vesayetleri gibi yapıları bu tip geleneksel devlet yapısına örnek verebiliriz. İç işlerinde görünürde geleneksel devletlerden ayrı bir toplum yapısına sahip olan modern burjuva toplumlarda ise parlamenter bir seçim sisteminin varlığı, gene göreceli basın özgürlüğü, bizim bu toplum içerisinde bir gerilim halinde var olan “sınıfsal çelişkileri” görmemizi engellemekte ve buna karşı yapılacak her mücadeleyi “hukuk dışı” nitelendirerek devlet, kendi şiddetine hukuk, bireyinkine ise suç adını vermektedir. Bireysel pasifleştirme, kişiliğimizin bütün yapısının büyük oranda medenileştirici dönüşümünü göstermektedir. Hangi devlet düzeninde olursa olsun, bütün bebekler kendilerini el ve ayaklarıyla korumaya çalışırlar. Gelişmiş devlet, düzenli bir toplum yapısı için yetişkinler üzerinde son derece derinden etkileyici olan şiddet eylemlerine karşı yasaklar şiddete yönelik devlet tekelinin etkinliği ile yakından ilişkilidir.[4] Devlet, kendi varlığını korumak isterken, kendisini var eden toplumsal tabakanın, sınıfın, çıkarını yani bir anlamda kendisini –bugünlü modern devletin burjuva devleti olduğunu hatırlatmakta yarar var–korumak adına şiddeti meşrulaştırmış ve “doğal bir içgüdü” olmanın çok ötesine taşımıştır. İçgüdüsel yaklaşımlara cevap olarak, toplumsal dizgemize derinlemesine bir araştırma yapılmadan, kültürü ve kültürü oluşturan nedenleri, özel mülkiyeti incelemeden içgüdücü kurama sarılmanın pek de doğru bir yaklaşım olduğunu sanmıyorum. Hep birlikte kendimizi paralasak bile, doğamızın bir parçası olduğu gerçeğine yönelmemizi ve toplumsal/siyasal/ekonomik nedenlere sırt çevirmemizi istemektedir.[6] Bizlerin ise, bu patolojik olguya daha fazla inceleme ve düşünsel boyut kazandırarak, bireysel şiddetten devlet şiddetine, devrimci şiddete kadar geniş çapta şiddeti ele almamız ve bunların tarihsel materyalizmle olan ilişkisini ortaya koymamız gerekmektedir. Hangi koşullar altında olursa olsun, insan katil olduğu gerçeği ile hayvandan ayrılmaktadır. Yeryüzünde, kendi türüne bu yıkımı ve yıkıcılığı yapan ve bundan zevk duyan tek primat insandır.[7] Kimi seri katillerin, toplumsal yaralar sonucunda “sanat eseri” yaptıkları iddiasıyla kendilerini savunuyor olmaları bunun en çarpıcı örneğidir. Burada genel olarak şiddetin ne olduğuna ve hangi yaklaşımlarla açıklanabileceğine değindik. Öznel olarak, özellikle ülkemizde kadına uygulanan şiddetin nedenlerini “doğal” olarak açıklayamayacağımızı anlatmaya çalıştık. Son olarak diyebiliriz ki, şiddeti salt bir içgüdü ya da çıkar sonucu ortaya çıkmış bir psikolojik davranış türü olarak açıklamamız son derece zor ve göreceli doğru olmayacaktır. Bütün etkiler göz önüne alınarak daha kapsamlı bir inceleme ve araştırma gerektirmektedir. * Pierre Curie Kaynaklar: [1] Ögel, K., Tarı, I., Eke, C. Y., 2006. “Okullarda Suç ve Şiddeti Önleme”, İstanbul: Yeniden Yayınları no:17 [2] Marx K., “1844 El Yazmları” , Birikim Yayınları [3] AĞRIDAĞ, G., Kasım 2005, “Gönüllü Kadın Semineri”, Adana [4] McArthur, Margeret, 1960. “Food Consumption and Dietary Levels of Groups of Aborigines Living on Naturally Occuring Foods”, c.p. Mounthford (ed.), Records of the Australian – American Scientific Expedition to Arnhem Land, cilt 2: Anthropology and Nutrition içinde, Melbourne: Melbourne University Press. [5] Sahlins, Marshall, 2010. “Taş Devri Ekonomisi”, çev. Taylan Doğan, Şirin Özgün, bgst yay. [5] der Lebenswelt und Soziale Probleme, Jochaim Matthes, , 1981, sf. 98 - 122 [6] Fromm E., 1993. “İnsanda Yıkıcılığın Kökenleri – 1”, çev. Şükrü Alpagut, Payel Yay. [7] Fromm E., 1993. “İnsanda Yıkıcılığın Kökenleri – 2”, çev. Şükrü Alpagut, Payel Yay.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsveç Aylığı: Ocak

Derbentçilik

Şelteoğulları (Baba Tarafı Soyağacı)