TECRÜBE AKTARILAMAZ
"Bilinç
dili aşar: tarif edeceğimizden daha fazlasını algılarız. Bir Caravaggio
tablosu, büyük kanyondaki muhteşem günbatımı ya da bir bebeğin değişen yüz
ifadesi karşısında dalıp gidişimiz kelimelerle yapılan ayrıntılı tanımlardan
uzaktır."
Stanislas
Dehaene
Dil, hafızası olan güçlü ama yumuşak başlı bir organdır. Binlerce
bakışmanın, milyonlarca sessizliğin, sonsuz saniyenin toplamını ifade eder. Biriken
tüm enerjinin yazılı halidir. Görmesen de belleğine dokunan, ruhuna nakışlı
geleceğindir. Geçmişini kodladığın DNA dizilimimindir. Yokluğun var’a dönüşünün
en canlı kanıtıdır. Unutmayan ve hatırlatandır. Sen değil, yaşayandır. Dil, ana yadigarıdır. Seninle doğmuştur, sana
doğmuştur. Seni doğurmuştur. Tükenmeyen umudun ilk işlendiği yerdir. Beynini ve
ruhunu programladığın kodlardır. Sıfır ve bir arasındaki sonsuzluk kadardır.
Bırakacağın en büyük mirastır.
Sözler uçar, yazı kalır demişler. Dilden dökülen hiçbir şey bir yere uçmaz.
Meraklı bakışlar, ilgili gözler, vakfedilmiş gönüller kaçırmaz ağızdan çıkanı.
Geleceğe seni taşıyan geminin kürekleridir onlar. Tüm o dalgalara karşı yüklenilen
anları var ederler. Dalgalar aşılır, yol alınır. Uçsuz bucaksız yaşam denizinde
gideceğin yönü, geldiğin rotanın sözcüklerine güvenerek belirlersin. Dümeni
kıracağın yer, seni var eden hikayendir.
Yaşam, sadece doğum ile ölüm arasındaki süreç değildir. Türkçede yaşam
demek canlı olmak demektir. Tıpkı yeşil gibi, kökü yaş’tır. Canlı olmaktır
yani. Seni canlı kılansa biriktirdiğin anıların, sözcüklerin, davranışların ve yönünü
çevirdiğin gidişatındır. Bitirdiğinde geriye bırakacağın ‘yaş’anmışlıktır.
Dili, onun yaratımı yaşamı kavradığımız anda “canlanırız”. Yaşama
başladığımız noktada bilinç gelişmeye oluşur. Ağzımızdan çıkan sözcüklerle o
bilince yol verir, davranışlarımızla şekillendiririz. Farkına vardıkça
olumlanır, kendimizi yaratırız. Böylece aynada her gün yaratılışımızı ve eserimizi
izleriz. Sonrasında soyunacağımız “rol”, bizim varlık nedenlimizi belirler. Tanrı’nın şekilsizliği ile büyülenip büyüklüğü
ile şaşırırken; ufacık bedenlerimizin ama kocam bilincimizin çarpışmasından
doğacak büyük patlama karşısında deliliriz. Doğacak olan bizden
taşınacak zerreler olsa da ölüm karşısında yaşanan korkuyu atlatamayız. Yine
dile sığınırız. Bizi ileriye taşıyacak toplumsal ortak hafızayı beslemeye
koşarız. Nihayette, tek olmanın bize ait bir şey olmadığını anlar ve aynanın karşısında
yaratıcı rolünden vaz geçeriz.
Jacques Lacan'a göre dil her zaman yitik olana, yokluğa ilişkindir. İnsan
ancak istediği nesne olmadığı zaman sözcüğe gereksinim duyar. Ayna evresiyle,
gerçeğin gereksinimi yerini istemlere bırakır. Öyleyse, bilince varışın yolu
dili bilinçlendirmekten ve öze dönmekten geçer. Bu öz ise, toplumsal normlar
değil, doğana inmektir. Yükseldiğin yalnızlığından, kolektif bilince akışındır.
Tekrar sen oluşundur. Seni sen yapan ile kavuşmaktır.
Yoksa çocukluğumdaki ağaçlar artık yoklar. Sadece sözcüklerde saklanıyorlar var olabilmek için.
Yorumlar
Yorum Gönder