Kayıtlar

2010 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

HATIRLIYOR MUYUZ?

Enine ve boyuna düşünmeyi düşündüm bugün. Bir şeyleri tartıp öyle karar vermeyi. Sonra hayatın, biz düşünürken geçen zamanın toplamı olduğunu hatırladım. Gülümsedim. Maceracı, yalnız başına gezen bir gezgin olmanın verdiği hazzı bir kez daha hissettim…Özgürlük… Renkleri görebiliyordum. Mavide uçuyor, kırmızı da sınırlarda dolaşıyorum. Fakat madem istediğim her şeyin var olduğunu düşünüyorum o halde neden bu boşluk? Ya da neden vardı bu boşluk?! Bir yoldaş eksikliği... Yola çıktık. Varolduğumuz ilk andan itibaren, ilk günahla birlikte, ateşi çaldığımızdan bu yana yoldayız. Farkında olarak veya olmayarak devam ediyoruz. Geçenlerde bir söz işittim, sanırım yolculuğumuzu en iyi tanımlayan sözcükler dizisi olsa gerek… Aşk, bir sefer ve bu sefere çıkan herkes istese de istemese de tepeden tırnağa değişmek zorundadır. Yağmur bir farklı yağıyor şu sıralar. Doğanın en güzel olayı… Düşünsenize gökyüzü ağlıyor, belki de sevinç gözyaşlarını döküyor. Ama hangisi olursa olsun o kadar güzel ki… Her b...

Hüzünlü Sevgilim

İlhan Selçuk'un çok beğendiğim bir sözü vardır. Daha doğrusu, yazılarında kullandığı bir tercih,bir üslup... Asla cümlelere 'ben' diye başlamaz. 'Ben' in bir başka 'ben' olmadan ne kadar boş, yalnız olduğunu vurgulamak ister. Bu kısmına pek katılamam, pek de ters düşemem. Bir insan, başka bir insanla ancak insan olduğunu anlayabilir. Diğerlerini, başkalarını görmemiş olsaydık zaten, onları tanımamış olsaydık insanın 'ölçüsünü' nasıl, neye göre tayin edebilirdik değil mi? Zaten doğamız gereği topluma her zaman ihtiyaç duymadık mı? Ve o koca toplumda yalnızlaşıp birilerine ihtiyaç duymadık mı? Kendi kendine yetmeyenin, başkasına yetemeyeceği gerçeğini kavramadan ya da kavrayamadan başkasından minnet ummadık mı? İşte bu son noktada katılmam İlhan ağabey'e... O, bence insanın kendine yetmeden başkasına yetemeyeceğini açıklayamamıştır, neden 'ben' sözcüğüyle başlamadığına açıklık getirirken. Ve ben (!), biraz travmatik, biraz şaşkın, biraz hey...

BİR ÇIĞLIK

Hani neredeler? Hani nerde o sevdiğin arkadaşların? Hani nerede sevgini, sevini paylaştığın sevgililerin? Hani nerede güzellikten yana her şeyini paylaştığın insanlar? Hani nerede? Hani neredeler tüm acılarını gözyaşı yapıp içine akıttığın dostların? Hani nerede sevinçlerin, hüzünlerin? Hani nerede krizantem çiçekleri? Hani nerede geceleri gözleri kan çanağı olmuş aynı babanın oğlu? Hani nerede uğruna yaşamayı ve savaşmayı seçtiğin ilk, son ve tek aşkın? Hani nerede küçüklüğünün oyuncakları? Hani nerede çocukluğun? Hani nerede nefes alabildiğin tek penceren? Hani nerede özgürlük uçurtmaların? Hani nerede emek harcadığın onca insan? Hani nerede o masum yüzler? Hani nerede denge? Hani nerede gençliğim? Hani nerede?! Kitaplarım… Duvarlar… O… Sen… Bir çığlık, gözlerde sessiz… AYDIN ŞELTE 23.10.2010

HAYAT, HATIRLAMAK, GÜÇ

Hatırlamak, hastahane koridorlarında kesik kesik yanan florasanlar lambaları gibidir. Soğuk, aralıklı… Unutmaksa, karanlık bir odada beklemektir, ışığın yanmasını. Hangisi daha acı vericidir, hangisi bilincimizin kabul etmek istemediği gerçekliği taşır bunu bilmeyeceğim. Her ikisinin de acı ve mutluluk kaynağı olabileceğini biliyorum o kadar. Sadece ona karşı işlediğim günahlar karşısında dilimin terennüm etmesini, gözlerimin şahit olmasını ve kalbimin nefretle, sevgiyle ve anıyla dolmasını istiyorum. Kesik kesik anıların ve kapkaranlık hiçliğin ruhumu yakıp kavurmasına dayanabilip sabretmek mi yoksa pes etmek veyahut direnmek mi ? Hangi seçeneğin daha ütopya hangisinin daha gerçek olduğunu anlatmaya çabalıyorum. Aslında ütopya dediğimiz şeyin gerçekliğin ta kendisi olduğunu söylemeye çalışıyorum. Çünkü ütopya bir hayaldir ve insan hayal ettiği müddetçe yaşamaya değer katabilir. İnsan özü gereği isyankardır. İnsan özü gereği başkaldırır ve hayallerini gerçeklemek ister. Hayat… Hayat y...

RÜYALAR

9 Temmuz 2010 Oda Bar’ın girişindeyim. İçeride tuvalete yakın duruyorum. Telefon çalıyor. Çalan melodi Carla Bruni’nin bir şarkısı hangisi bilmiyorum; ama Carla’nın onu biliyorum. M. ağabey arıyor ve nerede olduğumu soruyor. Tatildeyim diyorum. Oysaki Oda Bar’dayım, Kadıköy’de. Bir bakıyorum ki M. ağabey de Oda Bar’da, tam kapıda. Görüyorum. Telefonla konuşarak arka kapıya yöneliyorum, kaçıyorum, dolaşarak sokağa ters yönden giriyorum ve “Ağabey, şimdi tatilden geliyorum” diyorum. 10 Temmuz 2010 Antrenmandayım. Bir sonraki antrenmanda gelmesi gereke arkadaşlar erken geliyorlar. M. adlı arkadaş “Oooo Aydın ağabey hayret” diyor. Sinirleniyorum ve gülüyoruz. 11 Temmuz 2010 Öğretmenler var. Her yerde öğretmen var. Hepsi de tanıdık. Bir koşuşturma hakim havaya. Çeşit çeşit zeytin var ortamda. Hepsi zeytin yağlanmış, limonlanmış, kekiklenmiş. 12 Temmuz 2010 Okula giriyorum. Fakülte girişine H. ağabey, D. abla herkes ne yaptığımı sorup duruyor. Anlatıyorum. Herkes rahatlıyor. Ne yaptım ben di...

THE GODOSH

Yoldaki çizgiler, düz beyaz bir çizgi halini alıyor otobüsün hızı arttıkça. Parasını uzatmayanlar diye bağırıyor muavin, iyice üst üste alt alta bir hale gelen yolculara. Kümes gibi tanımlamasını yapabilmek için sanırım kümeste bulunmuş olmaya gerek yok. Camların hepsi açık lakin doğal klimanın mikro iklimde dahi değişikliğe yol açamadığını, ter içindeki yüzlerden okuyabilmek mümkün. Oksijen oranının, yüzde yirmi birin altına inince neler olacağını düşünmek bile Uykusuz okurken yüzümdeki gülümsemeyi silip götürüyor. U.’ya bakıyorum, gülüyor, “Tamam, tamam beş dakika kaldı” diyor. İnanmıyorum ve mizah dergime dönüyor, hayatın içerisinden fırlamış uzun yazılarda boğuluyorum. Arkada K. ve M. çocuğuna şiddet uygulayan ve ağzının ortasına yumruk attıktan sonra şizofreni bir şekilde çocuğunu öpen bir anne karşısında, şok deryalarında alabora olmamaya çalışıyorlar. Şoför ve muavin, koro halinde do-re-mi-fa çekiyorlar, evet geldik. Eve giriyoruz. Hava karanlık. Açız ama bir bira aşkı var ki b...

BİR BOHEMYA DENEMESİ

Bir bohemya yaşıyoruz. İçselleştirdiğimiz bütün yanlışların aslında yanlış olduklarının bilinç düzeyinde algılanmasıyla çelişkiler yaşıyoruz. Ve bohemya… Geçmişe dönmek arzusunun baskınlaştığı bir anda, kişi şimdiden ve gelecekten kopmuş ve ümidi yitirmiştir demek midir? Yoksa kişi geçmişi anarak bir adım daha ileri giderken köklerini elde mi tutmaktadır? Bazen düşünüyorum kötü adamları. Kime ve neye göre kötü olarak algılandıklarını… Mesela Johnny Dillan bütün Şikago’da bankaları soyup yoksullara dağıtırken yada fakir bir kadınla evlenirken, Robin Hood keza aynı şeyi daha az şiddetle İngiltere’de yaparken veyahut Che vatanını bırakıp başka ülkelerde çarpışırken, kim kime göre gangster kim kime göre kimin teröristi kimin kahramanıydı? Bir bohemyadır yaşıyoruz gidiyor ve fısıldıyorum duvarlara tıpkı daha önce tembihlediğin gibi. Ama biliyor musun? Hayat duyuyor bu fısıltıları… Dürüstlüğe yer yok hayatta. Temiz olmaya yer yok hayatta. Net olmaya yer yok hayatta. Bu yüzden hem varım hem ...

BU GECE… OTOBÜS BEKLERKEN…

Yazmıyordum bayağıdır. Bugün… Hey nerdesin insan? Sana söylüyorum. Uzundur yazmıyorum diye terk mi ettin bedenini de… Çok oldu ruhunu bırakalı, bedenin e vakti gelmiş belki de… Gene de yazacağım bir şeyler bu gece. Mesela dün otobüste gördüğüm muhtemelen ellili yaşlardaki masmavi gözlü, gözlerinin etrafı kırışıklarla dolu,anlı acılarla çizgi çizgi örülmüş,yorgun sesli,hasta bakışlı; ama içlerde bir yerde umudun ışığını yakalayabildiğim teyzeyi anlatmak istedim sana. Bu yaşında sıcacık havada, yüz kişinin alt alta üst üste bindiği otobüste kazandığı ve kazanmak zorunda olduğu iki kuruş parayı götürüyordu evine. Bir çocuk gördüm az ilerisinde. Anlamsız bakışlarla bakıyordu etrafına. Acaba ne düşünüyordu? Düşünmek istemedim. Tüm masumiyetiyle aşka saf,dostluğa saf,kardeşliğe saf… Dahası fazla benim için… Sen kaldırırsın bence ama? Nice canların yok olup gitmesine,nice dillerin yok olup gitmesine, sevgilerin solmasına,aşıkların anlamamsına, kardeş katliamlarına, dost kazıklarına, yar ayrıl...

ÖLÜ EVİ

Hepsi uslu görünüyorlardı. Tıraşlı başlarıyla, mağrur ve masum bakışlarıyla öylece duruyorlardı. Derin kırışıklıkların buruşturduğu alınla, ince ve kalın çizgilerin birbirine oluşturduğu tezat belirgin kılıyordu kişilikleri. Bazen korkunç şekilde parıldayan gözler, bazen daha da tehlikelisi bir çocuk masumiyetiyle bakan şeytani gözler… Mahkumiyetin verdiği dayanılmaz ağırlığın altında eziliyorlardı her biri. Sevgi ve saygı sözcüklerinin bir anlam ifade etmediği, sanatın sadece kendini var etme olduğu bir ortamdı burası. Kimilerinde o güne kadar hiç duyumsamadıkları vahşilik baş gösteriyordu. Boşluk insanı gelebileceği en iğrenç ve en aşağı noktaya doğru itiyordu. Konuşmanın bir anlamı yoktu. Tek bir dil vardır bu dünyada. O da sessizlik…. Nefes aldığımız düşündüğümüz ve dönüştürmeye çalıştığımız bu ölü evinden sevgi sözcüklerinin haykırmasını dilemekten başka ne çare gelebiliyor insanın elinden? Yalnızlığın ve kimsesizliğin yeğlenebileceği yakınsamalara insan inanmaya başlıyor bir müd...

Senarist

En ufak bir gürültüde çığ altında kalabilirim. O kadar yoğun ve o kadar karmaşık ki her şey… Sorulardan oluşmuş bir köprüden yürümeye çalışıyor gibiyim. Her yanlış cevap bir sarsıntı ve her sarsıntı bir felakete yol açabilecek potansiyeli beraberinde getiriyor. Sanki bir noktadan atlıyor ve bir düz çizgi bir kıvrım ve tekrar başa dönüyorum. Soru işaretinin çevresinde dolanıp duruyorum. Cevabın açıklanması gereken o kadar çok şey var ki. Bir o kadar da cevabı açıklanmış ama çözülemeyen. Kavram kargaşası sürüyor tüm vücutlarda. Titremeler, sarsıntılar… Nöbetler… Hepimiz hastayız aslında. Bir oyun düşledik, tıpkı aynalardan ve duvarlardan örülmüş dünyalarından kaçmaya çalışan diğer hayalperestler gibi başka hayatları arzuladık. Sandık ki, çocuklar çiçeklerin arasında oyunlar oynarken, bir sincap çaldığı bir cevizi yuvasına taşırken, bir geyik ürkek bakışlarıyla etrafı kolaçan edip çocuklarına yol açarken, bir kedi doğanın tüm kanunları alt üst edip hiçbir kalıba sığmazken, yeni açan tomur...

Eziyetin Süresini Arttıran Umut?!

Yoldayız hepimiz. Kendi benliğimizin arayışındayız, bazılarımızda onun farkında olmadan peşinde. Bilincin farkındalığında, bazen de onun kurbanı olarak… Bilinç nedir peki? Bilinç, özü gereği kendisinden başka, kendisi dışında, çevresinde olan biten “her şeyin” peşinden giden durumdur. Bilincin özü, nesnelleşmek, kendi olamadığı, olmayı başaramadığı konumu, fikri, ‘şey’i başka bir öznellikte arayarak toplumla bütünleşmek üzere hareket eder. Salt nesnelleşmek ve salt öznelleşmek, bizleri, bu giden yolda aslında yolun değil bizlerin gitmekte olduğu ve doğa – nesne – özne – ilişkisinin diyalektikle kurulduğu farkındalığından alıkoymaktadır. Bir kişinin kendi iç boşluğuna bakarak o dipsiz kuyudan bu öz bilincini bulup çıkarması ancak, teslimiyet ile gerçekleşir. Burada teslimiyetten kasıt mücadele etmek, insandışılaştırmaya – yabancılaştırmaya – direnmek için gerekli olan umuda sahip olunması yönünde hissedilen acıdır. Bu aşktır, bu geçmişin toplamıdır, bu hayattır… Asıl olan şey ise umuttu...

Kısa Bir Deneme: Tarihsel Materyalizm ve Duygu

Zaman ve mekân kavramını belirleyen unsurların ne olduğunu düşünüyorum uzun zamandır. Açıp da konuşmak gerekirse tarihsel yapımızı, geldiğimiz yeri, kim olduğumuzu, ne olduğumuzu belirleyen parametreler nelerdir? Tarihsel materyalizm mi bizi belirleyen yoksa bu konuda yanılgıya mı düşüyoruz? Ya da soyut ve mistik kavramlar mı “gerçeğe” uygun düşen? Peki, nedir tarihsel materyalizm? Diyalektik ve materyalist bakış açısı ile toplumsal gelişmenin temel yasalarını ortaya koyan bilime "Tarihsel Materyalizm" denir. Diyalektik-Materyalist bakış açısıyla toplumlar tarihine bakıldığında şunlar ortaya çıkar; * Toplumlar, günümüze gelene kadar bir gelişim ve değişim süreci yaşamıştır. Burada da durmayacak, gelişim devam edecektir. * Toplumsal gelişimin yasaları bilinebilir ve açıklanabilir. * Toplumsal gelişim, içinde bulunulan maddi yaşam koşullarından bağımsız değil, tersine doğrudan bağlıdır. * Toplumsal gelişim, nicel birikimlerin nitel dönüşümler yaratmasıyla meydana gelmiştir. * T...

KÜRT ÇOCUKLAR ve KÜRT SORUNUNA BİR BAKIŞ

Birer parça taşır her çocuk birbirinden. Her çocuk masumdur. Her çocuk temizdir. Yaşadığı, duyumsadığı doğayı tanımak bilmek ister. Sürdürmek ister anasından babasından duyduğunu, gördüğünü. Masallar dinlemek ister çocuk, kumdan kaleler yapmak ister, oyuncaklarla oynamak, ip atlamak, bisiklete binmek ister çocuk. Aç kalmak istemez, kardeşine kurşun sıkmaz istemez, “polis” amcalarına taş atmak istemez çocuk. 28 yıl hapislerde mantığının almadığı ama varoluşunun bir yansıması olan kurtuluş mücadelesine katıldığı için yatmak istemez çocuk. Dışarıda eşit ve özgür bir dünyada , herkesin oyuncaklarının olduğu, ağlaşmaların olmadığı, mayınlı arazilerde saklambaçların oynanmadığı, dağlarda umut taşıyan tavşanların aranmadığı sıcak bir anne kucağı ister çocuk. Kürt sorunu, Laz sorunu, Çerkez sorunu, çok daha sorun çıkacak başımıza !!! Sorunu dahi içselleştiremeyen ve geri kalan her şeyi başkası ve öteki diye adlandırabilen zihinlerimiz. On yaşında binlerce yıl yaşadığı topraklardaki tarihini si...

KAOS ODASI

Biraz anlatımım bozuk olacak gibi gözüküyor. Bir sohbet havası esiyor bugünlerde dünyamda. Ama dünyayı karşıma alıp konuşmak istiyorum. Bilmesini istiyorum mutlu olduğumun. Aslında mutluluğu hedefine koyan birisi hiç olmadım. Hayat böyledir çünkü. Çok tırtıklamamak lazım. Ne kadar tırtıklasan da alacağın birkaç parça taneden başka bir şey değildir. Kaderci bir anlayış değil bu, ama su akacağı yere varacaktır. Her ne yaparsak yapalım. Sadece böbürlenmemeli hayatta, ne de aşağı görmeli kendini, akışına bırakmalı bazı şeyleri. Kendi kendine yetemeyen insan bir başkasına yetemez diye düşünürdüm hep. Hala da buna inanıyorum. Lakin içimizde bir yerlerde her zaman doldurulmayı bekleyen boşluklar varmış. Hissettikçe, evet hissettikçe bu neşeyi,bu heyecanı, bu mutluluğu insan ister istemez Tanrı’ya dönüyor, nihayet nefes alabiliyorum diyor. Artık aldığın nefes, duyumsadığın tüm hazlar bir başka olmaya başlıyor. Çünkü bir kez girdi mi hayatına, her yöne onunla bakmak istiyorsun. Gittiğin her yer...

BİR ELMANIN YARISIYIM

Aslında düşündüklerimizle yaptıklarımızın çatışmasının bir sonucu bu dengesizliğim. Düşündüklerimden ve yaptıklarımdan , ne kadarına sahip olduğumun bir kavgası tüm bunlar. İnsanın neden insan olduğunun sorgusu, insan insanca yaşayabileceği bir hayatın neden özgü görüldüğünün cevaplanamadığı bir kavga bu. Kadının neden ayrıldığının, siyahın neden köleleştirildiğinin,çocukların neden istismar edildiğinin kavranamayıp açıklanamaması belki de ben de bu travmaları yaratan. En ilginç ve en ürkütücü gecelerde toplumun yaşadığı dehşet ve vahşet anları olmamı açıklayamamam da bundan ileri geliyor. Çünkü ben, karısını döven aşağılık bir adamın en zayıf noktası, bir sabiye kıyan bir sapığın kapkaranlık bilinçaltı, annesini sokakta koyan bir hayırsızın vicdanı, insanları birbirine kırdıran bir düzenbaz yalancının günden güne içinde büyüyen tümörü, ölülerine bile işkence yapan bir katilin en karanlık kabusları,fukaranın parasını pulunu çalan bir hırsızın çelişkili yüreği, bir eşcinseli aşağılaya...